Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir Ede



Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir Ede45 yıldır fotoğraf çekiyor, sergiler açıyor, fotoğraf yarışmalarında jüri görevi yapıyor, 20 yıldır iki üniversitede fotoğraf üzerine ders veriyor, 10 yıldır Fotoğraf Dergi’sinin yayın yönetmenliğini yapıyor. Bütün bunlardan ne sonuca varıyoruz? Eğer fotoğrafla ilgileniyorsanız, bir şekilde ya onu tanıyorsunuz ya da çok geçmeden tanışacaksınız. Biz de 11 Şubat’ta sona eren “Yüz yıl Önce Yüz Yıl Sonra İstanbul” sergisini bahane ettik, hemen gidip kendisiyle bir röportaj yaptık. Sizi daha fazla bekletmeyelim, hemen Nadir Ede’yle yaptığımız konuşmaya alalım. Buradan buyrun...


“Yüz Yıl Önce Yüz Yıl Sonra İstanbul” sergisinde yüz yıl önce çekilmiş İstanbul fotoğraflarındaki yerleri aynı açıdan tekrar çekip eskilerle yenileri karşılaştırmışşınız. Sergide kullandığınız eski fotoğraflardan başka elinizdeki 100 yıllık fotoğraflar var mıydı?
Evet, bende çok daha fazla fotoğraf var. Şöyle bir durum var. Bir sergi salonuna zaten olsa olsa 40-50 fotoğraf koyarsınız. Ama mesela Henri Cartier Breson sergisinde 150 fotoğraf varmış. Galiba İstanbul Modern’deki Othmar sergisinde de 100’ün üzerinde fotoğraf var. Bu sayılar bence biraz algılama zorluğu çıkartıyor ve çok zaman sarf etmenizi gerektiriyor. Tabii Othmar da Henri Cartier Breson da çok tanınan fotoğrafçılar. Fotoğraflarının çok büyük bir bölümü zaten biliniyor. Orada heyecan verici olan, bildiğiniz fotoğrafı karşınızda görmek. Ama benim sergim dikkatle dolaşılması gereken bir sergi. İnsanların dikkatle dolaştığını görüyorum ve keyif alıyorum. Çünkü fotoğrafların önündeki camlarda hep parmak izleri var, demek ki karşılaştırma yapmışlar. Hoş bir şey bu.
Elinizdeki bütün fotoğraflar bunlar mıydı diye sordum çünkü fotoğraflar arasında tanınmayacak kadar değişmiş yerler yok. Sizdeki eski fotoğraflar içinde yeni haliyle eski hali arasında hiç benzerlik olmayanlar var mı?
Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir EdeTabii var. Mesela Tünel’in Beyoğlu çıkışının, Kurbağalı Dere’nin, Taksim Kışlası’nın eski fotoğrafları var. Bunların kullanılması imkânsız. Bir de yeni halleri aynı açıdan çekilemeyenler var. Yapılan apartmanlar, oteller ya da ağaçlar engelliyor oraların fotoğrafını çekmeyi. Böyle pek çok fotoğraf var, bunları kullanmadık. O zamanlar bu fotoğrafları çekenler de zaten çoğunlukla anıtsal yerleri çekmişler, oralar da çok fazla değişmemiş.
Siz bu fotoğrafları karşılaştırırken “aman ne hale gelmiş buralar, eski hali ne kadar güzelmiş” diye düşündünüz mü?
Pek düşünmedim. Çünkü galiba onları kabullenmiştim. Ben 51 senedir İstanbul’dayım ve o değişimi yavaş yavaş yaşadım. Bazı şeyleri geriye dönüp düşündüğünüzde tabii ki hayıflanıyorsunuz mesela “Tramvaylar vardı ne güzel, Beşiktaş’tan denize girerdik.” falan diye. Bunları hep söylüyoruz. Ama o değişimi sürekli yaşadığınız için çok da fark etmiyorsunuz. Eski fotoğrafları yenilerle karşı karşıya getirdiğinizde, o zaman değişimi fark ediyorsunuz. Tabii ki bazı şeylere üzülüyoruz ama bu normaldir. Bugün İstanbul’da 1950’lerdeki gibi bir tramvay olması düşünülemez. İşte bir tane var, Taksim’le Tünel arasında gidip geliyor. Şimdi o hızla bütün şehri dolaştığınızı düşünün. Mümkün değil.

Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir EdeNe kadar sürdü bu sergiyi hazırlamak?
Aşağı yukarı 20-25 sene önce bu fikir geldi aklıma. Son 4-5 senedir de böyle bir şeyler yapmayı planlıyordum, küçük küçük bunları çekmeye başlamıştım. Bu zaten benim İstanbul üzerine olan projelerimden sadece bir tanesi.
Evet bir de öyle bir durum var. Sizin bu sergi dışında, “İstanbul Solarizasyonları”, “Nadir Ede’nin Arşivinden 1950’lerin İstanbul’u” sergileriniz ve “Şehir Hatları” gösteriminiz var...


Evet, ayrıca Ahmet Selim Sabuncu ve Tuğrul Çakar’la beraber “İğne Deliğinden İstanbul” diye bir projede üzerine iğneyle delik delinmiş küçük kutularla İstanbul fotoğrafları çektik ve sergiledik.
İstanbul üzerine bu kadar çok gitmenizin bir sebebi var mı?
Galiba birazcık seviyorum bu şehri. Birazcık İstanbul fotoğrafçısıyım ben. Tabii ki İstanbul dışında da gezip tozuyorum, oralarda da fotoğraf çekiyorum ama çektiğim fotoğrafların çoğu İstanbul’la ilgili. En azından fonda İstanbul var. Başka şeyler de çeksem bir bakıyorsunuz arka planda bir yerlerde İstanbul çıkıyor. Daha hayata geçirmediğim ama geçirmeyi düşündüğüm başka projelerim de var. Bir tanesi Evliya Çelebi Seyahatnamesi’yle ilgili. Seyahatname’nin İstanbul’la ilgili bölümlerinde Evliya Çelebi surlar, Çemberlitaş, Ayasofya gibi bazı yerleri tarif ediyor. Oraları fotoğraflayıp Evliya Çelebi’nin paragraflarıyla sergilemek istiyorum. Bir de “Alacakaranlıkta İstanbul” diye bir projem var. Tam ışıkların yeni yanmaya başladığı zaman, gökyüzü daha lacivertken İstanbul’un tanınmış yerlerini fotoğraflamak istiyorum.
Nereden geliyor peki bu İstanbul sevgisi?
Belki o kadar sevgi değil ama hep buradayım. Bir de şu var: Yaşadığınız şehirle benim yaşıma geldiğinizde bütünleşmeye başlıyorsunuz. Ben 61 yaşındayım, burası benim yaşadığım şehir. Beni herhalde en çok etkileyen şehirlerden biridir. Çok beğendiğim, sevdiğim şehirler var ama oralarda yaşamak ister miyim çok emin değilim. Burada yaşayabileceğimi, şehrin bana nasıl davranacağını iyi kötü biliyorum. Bir anlamda yaşadığınız şehir siz oluyorsunuz.
Serginin girişindeki yazınızda geçiyor “Bu proje, bana içinde yaşadığım şehri farklı bir gözle görme ve tanıma şansı verdi.” diye. Nasıl oldu bu? Oraları fotoğraflarken neyi gördünüz önceden görmediğiniz?
Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir EdeBir kere heyecan verici bir tarafı, eskiden bir başka fotoğrafçının beğendiği yerleri, onun gördüğü açıdan görüyorsunuz. Tabii duygularını çok anlamasanız bile aynı yerde objektif arkasına geçiyorsunuz. Sonra fotoğrafları yanyana getirdiğiniz zaman da herkesten önce farkı siz görüyorsunuz. Ne olmuş oralara? Şehri fark ediyorsunuz. Şehir içerden çok ağaçlanmaya başlamış. Örneğin Sultanahmet Meydanı’nın her tarafı artık büyük ulu ağaçlarla kaplı. Beyazıt’ta bu yüzden bir sıkıntı çektim. Bugün İstanbul Üniversitesi dediğimiz yerin eski bir fotoğrafı var. Çekildiği yeri üç aşağı beş yukarı buldum. Şimdi o fotoğrafın çekildiği yerde bir otel var ve otelin üst katından aynı açıyı görebiliyorsunuz. Ama sadece üniversitenin kapısının bir bölümü ve Beyazıt Kulesi’nin ucu görünüyor, geri kalan her taraf ağaçlarla kaplı. Tabii onu kullanamadım. Şehrin içi çok ağaçlık ama çevresi öyle değil. Mesela Boğaz’da vaktiyle olan ormanlık alanların çoğunu kesip oralara ev yapmışız. Fotoğrafın biraz belge gibi bir işlevi var. Böyle düşünmem belki biraz Antropoloji Bölümü’nde de ders vermemden kaynaklanıyor ama fotoğraf dediğimiz şey toplumun görsel hafızasının bir parçası oluyor. Fotoğraf hep geçmiş zamandır. Deklanşöre basarsınız ve zaman akmaya devam eder, fotoğraf yavaş yavaş geride kalmaya başlar. Orada, o zamanda durur. Hatıra fotoğrafı olarak bile çekilmiş olsa, düğün fotoğrafı da olsa bir taraftan o zaman dilimindeki modayı gösterir. Saç tarzını, makyajı, giysileri... 1950’lerdeki, 1970’lerdeki, hatta 1990’lardaki gibi bile giyinmiyoruz. Bu değişimi görebilirsiniz fotoğraflarda. Her fotoğraf biraz belgedir, geçmişle ilgili ipuçları verir.

Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir EdeBiraz da sizin hayat hikâyenize bakalım. Siz Fizik Bölümü mezunusunuz. Üniversitede fizik okuyorsunuz ama sonra fotoğraf ortaya çıkıyor ve fizik ortadan yok oluyor.
Ama ben hep fotoğraf çektim.
Ne zaman başladınız fotoğraf çekmeye?
Bunun tarihini kesinlikle söyleyebilecek ender kişilerdenim ben. Annem vefat ettiğinde ilk satın aldığım fotoğraf makinesinin senedi sandığından çıktı. 1961 yılında iki öğrenci gitmişiz Sirkeci’de bir dükkandan birer tane makine almışız. Lise son sınıfta olduğunu sanıyorum. Arkadaşımla birbirimize kefil olmuşuz. Sonra üniversite yıllarında sattım o makineyi, yerine başka makineler aldım. Ama tabii insan hiç bir zaman fotoğraftan para kazanacağını düşünmüyor o yıllarda. Sağın solun fotoğraflarını çekiyorsunuz.
Bunca yıldır iki üniversitede birden ders veriyorsanız bayağı bir öğrenciniz olmuştur. Öğrenciler yıllar içinde değişiyorlar mı? Yani mesela 20 yıl öncesinin Mimar Sinan öğrencisiyle şimdikinin arasında bir fark var mı?
Bırakın öğrencileri, ben insan türünün çok fazla değişime uğramadığını düşünüyorum. Tabii ki dış görünüş değişiyor. Moda değişiyor, şehirlerin yapısı değişiyor. Teknoloji bize yeni imkânlar sunuyor, onu kullanmaya başlıyoruz ama o kadar.
Yani “Aah ah nerede o eski gençlik, biz sizin zamanınızda böyle miydik halinize bir bakın” durumu yok...
Zaman zaman öyle düşündüğüm de oluyor.
Kızdığınızda mı?
(Gülüyor) Yok tek tek öğrencilerle ilgili değil de hani şimdilerde çıkan Leman, Penguen gibi dergiler var ya. Oğlum alıyor ara sıra, onlara bakıyorum, “Ne kadar abartılı tipler çiziyorlar diyorum. Sonra birdenbire vapurda ya da otobüste o tiplerden biriyle karşı karşıya geliyorum. “Aa bu adamı Penguen’de görmüştüm” diyorum (gülüyor).
Türkiye’nin bir çok yerinde sergiler açmışsınız. Jüri göreviyle de geziyorsunuz. Özellikle “burda insanlar fotoğrafla o kadar ilgileniyorlar ki” dediğiniz bir yer var mı?
Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir EdeFotoğraf pahalı bir hobi. İnsanların kazandığı parayla doğru orantılı ama zaman zaman öyle şeylerle karşılaşıyorum ki, öyle insanlarla... İlle de onların şehrine gitmem de gerekmiyor. Benim herkes tarafından bilinen internet adresim var, dergide yayınlanıyor. İnsanlar bana fotoğraflarını gönderiyorlar. Hepsine cevap veremiyorum. Ama zaman zaman o kadar hoş şeylerle karşılaşıyorum ki. Mesela şu sırada Çorum’dan bir arkadaş bana fotoğraflarını gönderdi. Önce e-mail gönderdi. “Sizinle paylaşabilir miyim, görüşlerinizi alabilir miyim” diye. Dedim ki “vakit bulabilir miyim bilmiyorum ama fotoğraflarını gönder keyifle bakarım”. Gönderdi fotoğraflarını, çok hoş şeyler. Bu cesaret, insanlardaki coşku hoşuma gidiyor. Ve gelip de “benim fotoğraflarıma bakar mısın” demeleri, bunu benimle paylaşmaları çok hoşuma gidiyor. Çoğu zaman, jüri olarak da gittiğim yerlerde zaten bu işe gönül vermiş, beni tanıyan insanları görüyorum. Ben hep şöyle söylüyorum. Mesela bir doktor boynuna stetoskopu asarak gezemez. Bir avukat cüppesiyle sokaklarda dolaşamaz. Ama biz fotoğraf makinemizi asıyoruz ve sokaklarda dolaşıyoruz. Sizin ne iş yaptığınızı, niye o fotoğrafları çektiğinizi soranlar oluyor. İletişim kurmak kolay elinizde fotoğraf makinesi varken. Hele benim gibi biraz gevezeyseniz (gülüyor)... Anadolu’da da öyle. Zaman zaman kendimi sinema artisti gibi hissediyorum. Müthiş keyifli bir şey. Mesela Afyon’da sokakta dolaşıp sağda solda fotoğraf çekiyordum. İki tane genç çocuk geldiler, “Siz Nadir Ede’siniz değil mi” dediler. Hemen böyle koltuklarım kabardı, duyan var mı diye baktım (gülüyor). “Evet benim” dedim. Dediler ki “Biz Kocatepe Üniversitesi’nde okuyoruz. Şurada bir sergimiz var, n’olur gelin bakın”. Onlarla beraber gittim. Fotoğraf Dergisi’ndeki fotoğrafımdan beni tanımışlar. E fotoğraf da çekiyorum sağda solda. Olsa olsa odur demişler.
En çok kimin ya da neresinin fotoğrafını çekmek isterdiniz? Yoksa zaten çektiniz mi?
Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir EdeSöylediğim projeler var. Kişilerin fotoğrafları değil ama mesela belki, siz adını bile duymamış olabilirsiniz, Xenephon diye bir adam var, bundan 2000 küsur yıl önce yaşamış. Onun “On Binlerin Dönüşü” diye bir kitabı var, orada anlattığı hikâye şu: Bizim Manisa civarında galiba bir yerden yola çıkıyor, paralı asker olarak, Türkiye’nin bugünkü sınırlarından, Suriye’den, Irak’tan geçiyor ve Dicle ile Fırat’ın birleştiği yere yakın bir yerde savaşıyor. Sonra tekrar Trabzon civarına kadar yukarıya çıkıyor, Trabzon’dan bazen karadan bazen denizden giderek memleketine dönüyor. Bu kitabı da fotoğraflamak isterdim, çünkü nerelere gittiği, bugün oraların nereler olduğu belli. Bir de çılgın projelerim var. Türkiye’nin aşağı yukarı 7000 km kıyısı var, girintili çıkıntılı. Bütün o kıyıları her kilometrede bir fotoğraf çekmek şartıyla fotoğraflamak istiyorum ve sonra bunları yanyana yapıştırıp böyle belki 3-5 km’lik bir fotoğrafla sergilemek istiyorum. Daha yüzlerce projem var, bir proje defterim var oraya yazıyorum. Ölünceye kadar bitmeyeceğini biliyorum, onun için zaman zaman öğrencilerime o projeleri yaptırıyorum. Mesela “İstanbul Panaromaları”nı düşünmüştüm, bundan birkaç sene önce öğrencilerime onları çektirdim, sonra onları bir küçük sergi haline getirdik.
Yanınızda hep fotoğraf makinesi oluyor mu?
Evet, her zaman bir fotoğraf makinesi oluyor.
Hiç kaçırdığınız bir fotoğraf oldu mu?
Tabii, seyrek de olsa. Bir de makine yanınızda olsa bile elinizde dolaşmadığınız için, “eyvah kaçtı” dediğiniz çok fotoğraf oluyor. Ben genellikle çok “anlamlı an” tarzı fotoğraflar çekmiyorum ama yine de bir şeyler oluyor, o esnada tam çantadan makineyi çıkartıyorsunuz ve olay bitiyor. Ama ne yapalım...
Bir İstanbul Fotoğrafçısı: Nadir EdeSon olarak bir de fotoğrafla ilgilenen, yeni başlayacak birisi nasıl başlasın, nereden başlasın, ne yapsın, hangi kamerayı alsın diye sorayım size.
Bunların çok doğru sorular olmadığını düşünüyorum ben. Fotoğrafa başlarken tabii ki kendinize örnek alacağınız kişi vardır ama canınız fotoğraf çekmek istiyorsa soracak adam da bulursunuz. Sokakta fotoğrafla ilgilendiğini bildiğiniz birini çevirip sorabilirsiniz. Fotoğraf piyasasında insanlar büyük burunlu değildir. Fotoğrafın en tepesinde olduğunu düşündüğünüz bir adam varsa sokakta onu gördüğünüzde gidip konuşup “ya ben şöyle bir şeyler yapıyorum, hangi makineyle yapsam?” ya da “benim işlerime bakar mısınız?” deseniz, pek azı “hayır” diyecektir. Mutlaka sizinle ilgilenen, sizin yaptığınız işlere bakan ya da size tavsiyelerde bulunacak birileri çıkar. Hiç kimse ukalalık etmez. Ama edenler de seyrek de olsa çıkabilir. Onun için şununla başla bununla başla... Bu insanın yapısına o kadar bağlı bir şey ki.
Yani kendinizi atın içine, takıldığınız yerlerde de birilerine sorun diyorsunuz.
İlle bir eğitim almak istiyorsanız amatörce eğitim veren kurumlar var. İşte İFSAK gibi, Fotoğrafevi gibi. Ben bu ikisinin eğitimlerinin de amatörler için oldukça kaliteli olduğunu düşünüyorum. Profesyonelce bu işi yapacaksanız, mesela Mimar Sinan Üniversitesi, Yıldız Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi var. Ayrıca yine çok sevdiğim bir atasözümüz var: Yürümek isteyen yol bulur.
İşte Genç  


Yorumlar