Küçük şeylerin büyük yazarı


Virginia WoolfVirginia Woolf, yaşama kendi isteğiyle ve Shakespeare'in dizeleriyle veda ederken, yıllar sonra bu anı, kendi satırları eşliğinde bir Hollywood kurgusunda izleyeceğimizi tahmin edemezdi büyük ihtimalle. Yaşadığı zaman şimdiki kadar ünlü olmayan ve belki de her iyi yazar gibi, kendi yeteneklerinden şüphe duyan Woolf'un hayatı, Michael Cunningham'ın aynı adlı romanından uyarlanan bir filmle ve filmdeki ünlü Hollywood karakterleriyle geldi gündeme oturdu.
Önemli bir edebiyatçının/bilim insanının/şahsın biyografik bir çalışmayla güncel olması, (tekrar) ünlenmesi ya da daha önce adını bile duymamış insanlar tarafından baş tacı edilmesi kendisi tarafından nasıl karşılanırdı acaba? "Virginia Woolf ne dereceye kadar bir Hollywood imgesi haline getirilebilir?" ikilemini görmek için The Hours kesinlikle izlenebilir. Ama sırf farklı çağlarda, farklı yerlerde yaşayan 3 kadının hayatındaki paralellikleri anlatırken çok başarılı olan kurgusu için bile izlemeye değer. Fakat Woolf'un, filmde ön plana çıkan 'Nicole Kidman ek-burnu'ndan, imajından, hezeyan içinde duyduğu seslerden, depresyondan ve 'zeki kadın yazar' olmaktan çok daha fazlası olduğu hep akılda tutulup sorgulanarak.
Virginia Woolf'un yazını, filmdeki tüm hayatların kilit noktası olan depresyon eğilimiyle sınırlı değil asla. Woolf, klişe tabiriyle, 20. yüzyıl edebiyatında çığır açan bir yazar. Her ne kadar kendisi, anlatıda biyografik öğelerin kullanımının anlatılanı kısırlaştırdığını ve kuru gerçeklerden örülü, kuru bir karakter betimlemesinden başka bir şey veremediğini savunmuş olsa da, onu tanıtmak için, affına sığınarak hayatını kısaca özetleyelim:
1882'de orta sınıfa mensup ama eğitimli bir ailenin 4. çocuğu olarak İngiltere'de doğmuş. Babası önemli bir yazar olan Sir Leslie Stephen, annesi de sanatçı bir aileden gelen Julia Duckworth. 2 erkek kardeşine sunulan eğitim imkanları Virginia'ya, cinsiyeti nedeniyle, sunulamıyor, zira kadınlara üniversite eğitimi görme hakkı ancak 1920'de tanıyor. Ama babasının devasa kütüphanesi emrine amade. Kardeşleri üniversiteye gidip istedikleri eğitimi görürken kendisinin evde oturmak zorunda olmasını buyuran kuralı bir türlü aklı almıyor. Zaten daha sonra da aklının almayacağı çok fazla şey olacak ve bunları hep dile getirecek.
Kadınların uzun bir süre üniversite eğitimi görmesini yasaklayan kanundan yola çıkarak, kadın bir yazar olmak üzerine yazdığı Kendine Ait Bir Oda, aradan neredeyse asır geçmiş ve kitapta bahsedilen haklar teoride edinilmiş olsa bile hala en önemli feminist eleştirilerden biri olarak biliniyor. Virginia Woolf, şairane diliyle aktardığı gözlemleriyle, kısaca şöyle sesleniyor kadınlara: "Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın..."

Virginia WoolfErken yaşta okuduğu tüm o kitaplar ve yine erken yaşta annesinin ölümüyle geçirdiği ilk ağır depresyon, şimdi buradan bakınca, Woolf'u Woolf yapan 2 en önemli olay. Ölene dek istediği kadar kitap okumamış olmaktan yakınan Woolf, edindiği birikimle o zamanın da en önemli eleştiri dergilerinden biri olan Times Literary Supplement'a düzenli olarak edebiyat eleştirileri yazarak başlıyor yazarlığa. Çocuk yaşta geçirdiği ağır depresyondan sonra belirli aralıklarla ağır krizler geçiriyor, sesler duyuyor, hayali yaratıklarla sohbet ediyor. Ama bu krizler sadece belirli zamanlarda etkili oluyor, tüm hayatına yayılmıyor.
Diğer zamanlarında onu görenler, o ağır krizleri geçirenin o olduğuna, hatta hayatının iki yıla yakın bir zamanını bir klinikte geçirdiğine inanamadıklarını söylerlermiş. Böyle bir döneminde, kendisi de ünlü bir yazar olan Stephen Woolf ile tanışıp evleniyor, birkaç sene sonra beraber Hogarth Press Yayınevi'ni kuruyorlar. Hogarth Press küçük bir yayınevi ve sadece belli sayıda kitap basıyor. Virginia Woolf İngiltere'nin en meşhur yazarlarını tanıyor, en önemli eleştirmenlerden biri olan E.M. Forster ona hayran. Ve yapmak istediklerine.

Woolf'un yapmak istediği sadece ve yepyeni bir yöntemle yazmak. Bu yepyeni yöntemde, 20. yüzyılın başında geliştirilmiş olan ve gariptir ki, Woolf'u şimdi tanımlarken başvurduğumuz psikanalizin de büyük etkisi var kuşkusuz. Bu yeni yöntemde bilinçli olarak algılananlar değil, bilinç tarafından sansürlenenlerin yazılması asıl önemli olan. Çok sonraları, çok uzaklarda bir memleketin değerli eleştirmenlerinden biri olan Mina Urgan'ın benzersiz biçimde ifade ettiği gibi, "önemli sayılan büyük şeyleri değil, önemsiz sanılan küçük şeyleri" yazıyor, bunu da büyük bir başarıyla yaparak, olaylar örgüsünü hiçe sayarak devasa eserler çıkartıyor.
Bir de İrlandalı James Joyce var. Edebiyat tarihinin en zor, en az okunan ama en çok bilinen romanı olan Ulysess'i yazmış. Bilinç akışı denen teknikle. 500 küsur sayfalık o romanda, bir adamın günü, bilinçten geçenlerle hiçbir sansüre uğramadan anlatılıyor. Bilinç akışı tekniği, Woolf'un ve Joyce'un adıyla beraber anılıyor her zaman, ama ikisi bunu çok farklı şekillerde kullanıyor.
Woolf'ta bilinç akışının Joyce'dakinden farkı, kişinin bilincinden geçenlerin bir mantık sıralamasıyla anlatılması. Bilinç akışı, Woolf'un o anı bütünüyle, içerdiği her şeyle anlatmaya çalışırken yararlandığı yöntemlerden sadece biri. Onun, her fırsatta eleştirdiği gerçekçilik akımından farklı olarak yapmak istediği, metni şiirselleştirmek, düşünce ve duygunun bir karışımını vererek ruhun yaşamını anlatmak. Böyle tanımlanınca imkansız gibi görünse de bunu başarıyor. Dalgalar, Jacob'un Odası, Deniz Feneri ve Mrs. Dalloway ile. Orlando gibi daha geleneksel bir anlatımla yazdığı romanları ise onun ünlenmesine ve yazdıklarından para kazanmasına yardımcı oluyorlar. 


Virginia Woolf'un her romanının bitiş aşamasında ağır bir krize girdiği söylenir. Bu, onun kendisini bir yazar olarak yetersiz görmesinden ve romanın beğenilmeyeceği endişesinden kaynaklanır. Eşi Leonard Woolf'un onun ölümünden sonra kitaplaştırarak yayınladığı güncelerinde, onun, yazarlığına olan güvensizliği açıkça görülür. Bu güncelerde, kendisini sık sık yoklayan krizlerin yazarlığına büyük katkısı olduğunu düşündüğünü yazar Woolf.
II. Dünya Savaşı'nın çıkışından sonra, iki büyük savaş görmüş biri olarak bu korkunç akla aykırılığın Woolf'un yaşama sevincini oldukça baltaladığından bahseder. 1940'da, Londra, Alman kuvvetleri tarafından bombalanmaktadır ve Woolfların Londra'daki evleri de bombalardan nasibini alarak yıkılır. Savaştan kaçmak için Londra dışına yerleşen Woolf ailesi, orada da huzur bulamaz.
Virginia Woolf, Mart 1941'deki ölümünden önce ablasına ve eşine bir mektup bırakır. Leonard Woolf'a yazdığı veda mektubunda, The Hours filminde de sık sık tekrarlanan şu satırları yazar: "Beni herhangi bir kişi kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Senin iyiliğine güvenimden başka her şeyimi yitirdim. Artık senin yaşamını bozamam. Hiç kimse bizim ikimizden daha mutlu olmamıştır."
Bize de eserlerini bırakmıştır Woolf ve bunun için, onları yazmadan ölmediği için, kendisine minnettar olduğumuzu söylemek gerekir.
Virginia Woolf'un Başlıca Eserleri:

  • The Voyage Out (1915)
  • Night and Day (1919)
  • Jacob'ın Odası (Jacob's Room - 1922)
  • Mrs. Dalloway (1925)
  • Deniz Feneri (To the Lighthouse - 1927)
  • Orlando (1928)
  • Kendine Ait Bir Oda (A Room of Her Own - 1929)
  • Dalgalar (The Waves - 1931)
  • The Years (1937)
  • Perde Arası (Between the Acts - 1941)
Virginia Woolf Uyarlamaları:

  • Mrs. Dalloway - (1997) Bu film Mrs. Dalloway adlı romanın uyarlaması. Vanessa Redgrave Mrs. Dalloway rolünde.
  • Orlando (1992) - Sally Potter'ın yönettiği filmin başrolünde Tilda Swinton var. Androjen (çift cinsiyetli) Orlando'yu kimse daha iyi canlandıramazdı, kim seçtiyse 12'den vurmuş diyoruz.
  • Ve de The Hours (kendisine bir nevi Mrs. Dalloway uyarlaması diyebiliriz, değil mi?)